Bugünlerde çok sık eskiye gidip geliyorum.
Hafızamda o günlerden kalanlar çıkıp geliyor ve oturuyor karşıma.
1977 yılında Ordu’ya geldik ve Selimiye’de giriş katında bir eve yerleştik.
Polis babamdan kalan emekli maaşıyla okuyor, geçinmeye çalışıyorduk.
Zordu o günler.
Sobalı evde bir odada geçiyordu hayat.
Okula giderken cebimizde hiç para olmadı. Olması da mümkün değildi.
Ne yapabilirim diye düşünürken, sabahtan öğlene kadar okula, öğleden sonra akşama kadar boya sandığını sırtlayıp para kazanarak hiç olmasa kendi ihtiyaçlarımızı karşılayalım dedik.
Dedik. Ben okuldayken kardeşim o boya sandığını alıp ayakkabı boyamaya çıkıyor. Öğlen vakti bana devrediyordu.
Şimdi ki; Akın fırınının yanındaki büyük postanenin önünde sıralanmış boyacılarla birlikte müşteri bekliyorduk.
Fakat daha o yaşta rekabetle tanıştık. Orada sıraya dizilmiş boyacıların kendi müşterileri vardı. Kimse kimseye müşterisini kaptırmıyordu.
Derken benden büyük boyacı bir çocuktan yediğim dayaktan sonra strateji değiştirmeye karar verdim. Sabit kalmayacaktım.
Evlerin, apartmanların kapısını çalıp boyanacak ayakkabı var mı diye soracak, müşterinin ayağına gidecektim.
Öyle de yaptım.
Tek tek kapıları çalıyordum. İşler artmış iyide para kazanıyordum ki; lüks bir apartmanın ikinci katında çaldığım kapı açıldığında Boztepe yerinden kalktı ve olanca ağırlığıyla üzerime düştü.
Karşımda okulda sırılsıklam âşık olduğum o sarışın kız vardı.
Ezildim sanki.
Sarışın kız sanki uzaylı görmüş gibi uzun uzun baktı yüzüme. İnanamadı.
“Sen boyacı mısın?” dedi. Dudaklarını büzerek, belli belirsiz.
Cevap veremedim. Başımı salladığımı hatırlıyorum. Telaşla arkamı döndüm ve kaçarcasına çıktım apartmandan.
***
Yokluk vardı o zaman.
O yokluk ki; yılan gibi çöreklenip hiç gitmiyordu yüreğimden.
Bu yüzden ağlayacakmışım gibi,
Bu yüzden gereksiz,
Bu yüzden bedenen var olsam dahi, sanki yokmuşum gibi hissediyordum kendimi.
***
O günden beri yokluktan korktuğum kadar ölümden korkmadım.