Bir kız çocuğunun özgürlük düşü üzerine çizdiği resmin öyküsü anlatılır hep. Resim, yaratıcı düşüncenin tutsak edilemeyeceğini haykırır bize. Dünyayı yöneten özgürlük düşmanlarının aklıyla adeta dalga geçermişçesine.
Öyküsü şöyledir: Küçük kızın babası İspanya’da bir hapishanede yatmaktadır.
Fırsat doğdukça hafta sonları annesiyle birlikte babasının ziyaretine gider. İşte öyle bir gün, babasına hediye vermek için çizdiği resmi de yanında götürür. Ne var ki özgürlüğü çağrıştıran her türlü imge ve nesnenin mahkûmlara verilmesi hapishane yönetimi tarafından yasaklanmıştı. Kapıdaki görevliler uçuşan kuşları suçlu bulup küçük kızın elinden resmini alırlar ve yırtıp çöpe atarlar. Üzülen kızını babası teselli eder ve ona: “Üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?” der. Küçük kız bir sonraki görüş gününe yine bir resim çizerek gider. Bu kez kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmiştir. Babası resme bakar ve sorar: “Ne güzel bir ağaç bu! Üzerindeki benekler ne? Zeytin mi?” Küçük kız sağına soluna bakar ve babasının kulağına eğilip sessizce şöyle der: “Hşşşşt! O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri…”Öfke ve nefretin masumiyeti sildiği günlerden geçiyoruz. Gözyaşı kulelerini büyüte büyüte hem de… Bir annenin çocuğuna yaktığı ağıttan korkuyor birileri. Kuşların uçuşunu yasaklıyorlar, şarkılardan notaları, şiirlerden dizeleri kaçırıyorlar. Sonra renkleri vuruyorlar. Bizim istediğimiz yaşam diğer yarısıyla uyuşmuyor. Biz bulutun dağılışını, şafağın çığlığını seviyoruz. Biz bir esinti kadar yumuşak gülüşleri seviyoruz. Çocukları göğsümüze batırmayı, umudu seviyoruz . Çünkü sesimizde bir doğanın uyanışı var. Önceliklerimiz, duyarlılıklarımız ve önsözümüz var. Sokakların görkemi, düşüncenin gücü ve sıkı bir kalbimiz var.
Çünkü biz dünyayı b’aşka döndürüyoruz…
Her yer zulüm ve kan beşiği.
Her yer kaburgasında ağrılı günler taşımakta.
Ölü çiçekler ve yaralı kuşlar yurdu bu dünya.
Yeryüzünün neresine baksak derin bir sızıdan kanıyor oralar. Sevgisizliğin ve hırsın çatık kaşlı hükmünü tohumluyor birileri durmadan. İnsan öldüren nedenler yaratılıyor ve korkunç cinayetler, yıkımlar ardı ardına. Zamanın sahnesinde dönüyor bu oyunlar. Savaşlar, yasaklar, cinnet halleri ve güçsüzü ezen adalet!
Peki ya insanlık?
Perdeler inerken, bütün bunları ayakta alkışlıyor.
Bıkmayacağız insanlıktan çıkanları geri çağırmaktan…
Sorunlu bir dünyanın içinden geçiyoruz.
Arkamızda yaralı tarih.
Önümüz puslu coğrafya.
İnsanlık biliminin bize öğrettiği tek şey; gelir gider hesabı.
Hep üzülerek bakıyoruz bunlara.
Çünkü ömrümüz üç-beş kulaç uzunluğu ve kimse kendinden daha uzağa yüzemiyor. Öyleyse, bulutların konakladığı yerde değil, içtenlik ve sıcaklıktan canımızın yandığı yüreklerde buluşalım… Ah keşke!
İnsanlığın tüm çabası; çocukluk düşlerindeki o temiz duyguların, büyürken de kirlenmemesi üzerine olsa.
Ancak o zaman gülümseyen bir dünyaya uyanmak mümkün…