Ersin ERDOĞAN

“Baby Boomer”

24 Eylül 2020 Perşembe Saat: 09:54

Gündemde X,Y,Z kuşakları ile ilgili tartışmalar yaşanırken, sona yaklaşan bir kuşaktan bahsetmeden olmaz. 1946 ile 1964 yılları arasında doğanlara dünyada “Baby Boomer Generation – (Bebek Patlaması Nesli)” deniyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm dünyada bebek doğum oranlarında büyük bir patlama yaşandı. “Bebek Patlaması” ismi de buradan geliyor. Bu nesil hala hayatın birçok alanında söz sahibi durumda! Ancak gittikçe yaşlanıyorlar ve genç kuşaklarla çatışıyorlar. Yaptıkları eleştirilerin gençler tarafından basmakalıp bulunması sebebiyle, son yıllarda sosyal medyada “OK, Boomer” diye bir kalıp türedi. Bizdeki “Yav he he” gibi bir şey. “Evet, belki biraz saygısızca ama gençleri biraz daha anlamaya çalışsaydınız fena mı olurdu ey Boomers” denilerek eleştiriliyorlar.

Bu kuşağın özellikleri şöyle belirtiliyor: Kuralcı, çalışkan ve başarı odaklıdırlar. Aynı anda anne, baba ve çocuklarına bakmak zorunda kalmışlardır. Teknolojinin çok yavaş yaygınlaştığı bir dönemde büyüdükleri için, teknolojiye uyum sağlayamamışlardır. İş sadakatleri yüksektir, çalışmak için yaşamışlardır. Önceki nesillere göre çok daha rahat ortamda büyüdükleri için, dünyayı değiştirme ve toplumsal gelişmelerde söz hakkı bulma şansları olmuştur. Siyasi görüşleri gençliklerinde genellikle sol eğilimdeyken, yaşlandıkça sağ eğilimli görüşlere yakınlaşmışlardır. Genç yaşta uyuşturucu kullanımı, en çok bu kuşağa aittir.[1]

Bende bu nesildenim ve yukarıdaki özelliklerin tamamına olmasa da çoğuna sahibim. Ayrıca bu neslin evrensel özelliklerinin yanında çocukluk ve gençlik dönemindeki yaşam şartlarının da bilinmesi, hatırlanması gerekir diye düşünüyorum.

Bizler bu ülkenin şartları zor ama en çalışkan, en mutlu kuşağı idik. Kalbimizden kötülük, aklımızdan nankörlük, gönlümüzden riya, fikrimizden ihanet geçmedi hiç. Günler de geceler de kolay geçmezdi o günlerde. Geçen sadece ve sadece içini doldurmaya çalıştığımız, çoğu bizden çalınan ama çok azı bize verilen anlardı.

Ne kışın sürekli sıcak olan bir odamız, ne de yazın serin bir terasımız oldu o yıllarda. Evlerimizde bir kedimiz, bir köpeğimiz, bir kanaryamız da olmadı. Lavabolarda her an akan sıcak su, alafranga bir tuvalet, suyu damlatmayan bir musluğumuz olmadı hiç. Teneke ve tahta oyuncaklardan başka, mahalle meydanından okul bahçesinden başka, çay bahçelerindeki tahta sandalyelerden, siyah beyaz filmlerin oynadığı sinemalardan başka eğlenebileceğimiz bir yer olmadı. Ne kendimizin ne de sevdiklerimizin özel günlerini hiç önemseyemedik o yıllarda. Yaş günümüz bile olmadı çoğumuzun. Oysa bize dayatılan her özel günü kutlamıştık yıllarca. Birini bile kaçırmadan, birinden bile kaçmadan, yağmur altında,  yarı çıplak, yalın ayak!

İlkokullarında, “Ali yat uyu” diye öğretilen; bir kamyon fındıkla bir kamyon motoru satın alınabilen; tatil diye ancak kentten köye veya köyden kente gidilebilen; cebinde yakalattığı bir dolar için hapis yatan; kendi ürettiği sigarasını kaçak sigaradan daha pahalı ve karaborsadan alan; her sabah uyandığında cebindeki paranın değerinin biraz daha azaldığını gören; hacet giderebilmek için oturma odasındaki ampulü söküp helâya takan; röntgen filmi olmadığı için el ile rast gele tedavi edilen; kasasında yetmiş senti olmayan bir ülkenin çocuklarıydık biz… Ülkesi zengin ama yoksulluk içinde, insanı çalışkan ama sermayesizlik içinde, insanı yaratıcı ve demokrat ama baskı altında olan, çok cesur, çok duygulu, çok gururlu, çok onurlu ve hep umutlu olan çocuklardık biz.

Her çocuk gibi bizde çok severdik memleketimizi, ailemizi, anamızın peynirli su böreğini, kasap sucuğunu, siyah beyaz televizyon yayınını, sahildeki gece yürüyüşlerini, denizciler dondurmacısının önünde kuyrukta sıra beklemelerini, akşam komşuluklarını, sokak oyunlarını, ılık yaz gecelerini, şans kader kısmet kazımalarını, Safiye teyzenin evinin önündeki duvarın üstünde mahalle arkadaşlarımızla akşam oturmalarını…  Biz de kovboyculuk, evcilik, kulaktan kulağa, uzuneşek, beştaş, çelik çomak oynar, ip atlardık. Rıhtımda balık tutar, gece olunca yazlık sinemaya giderdik. Cilalı İbo, Karaoğlan, Tarkan, Jerry Lewis-Dean Martin filmleri seyreder, ya frigo buz yer ya da Ufuk gazozu içerdik. Pilav üstü döner ve kıymalı pide hariç, ne lokantaların ne de pastanelerin en güzel ürünlerini hiçbir zaman annelerimizin hazırladıklarına tercih etmezdik. Hiçbiri, annelerimizin yemeği, böreği ve çöreği kadar lezzetli olamazdı bizim için. Çünkü onlarda “Anne” kokusu vardı. Onun için annelerimizin “Ekmeğine kuru, ayranına duru” demezdik hiç.

Kimsenden yana değildik, kimsenin de bizden yana olmasını beklemezdik. Rüzgârın estiği yöne eğilmektense geldiği yöne koşmaya çalışırdık. Arkadaşlarımızı satmazdık. En yüz kızartıcı suç olan ispiyonculuktan ve ispiyonculardan nefret ederdik. Mücadeleden kaçmazdık ama üstümüzde oynaşan fillerin altındaki çimen olmamak için çok uğraşırdık o yıllarda.

Yollarımız bozuk, arabalarımız bozuk, kapılarımız bozuk, aydınlatmamız bozuk, düzenimiz bozuk ama arkadaşlıklarımız sağlam, morallerimiz düzgündü. Umutlarımız ve hayallerimiz vardı. İşlediğimiz günahlarımızı, yaptığımız hataları, güvenimizi, korkularımızı paylaşabildiğimiz kardeşten öte Halil Karaer, Adem Meydan, Nuranyan Artun gibi arkadaşlarımız vardı.

Hiç aç kalmazdık o yıllarda. Şehirde bir aşevi yoktu ama her ev her misafire açık aşevi gibiydi. Okul çıkışı eve geldiğimizde annemiz yoksa Melina teyzenin, Hatice teyzenin, Müjgân teyzenin, Sabriye teyzenin evi gibi karnımızı doyuracağımız sığınaklarımız vardı. Karnımız acıksa, Ordu tostu vardı, simit vardı. Başımız ağrısa, gripin, aspirin satılırdı Halit Egem ’in işlettiği Yüzbinlik Bakkalı’nda. Paran olmasa da sorun edilmez, veresiye defterine yazılırdı gizlice. İlaç lazım olsa Arden ablanın eczanesi vardı, Kutman eczanesi vardı. Hasta olsak Doktor Dikran amca vardı, Doktor Fehmi amca vardı. Bir yerimiz kesilse sıhhiyeci Talat amca vardı. Ayağımız kolumuz kırılsa her mahallede çıkıkçılar vardı.

Gezmek isterdik, sahil yolu vardı. Ucunda Atatürk Çay Bahçesi vardı. Gönlümüz daralsa çocukluk aşklarımız vardı. Özgürlük istediğimizde 25 kuruşa satın alıp azat edebileceğimiz saka kuşları vardı. İngiliz olmasa da Sümerbank kumaşı ile dikilmiş birer takım elbisemiz vardı. En önemlisi de çeyrek ekmeğimizi, simidimizi, umutlarımızı, cep harçlıklarımızı, memleket kadar kalbimizi bölüp paylaştığımız arkadaşlarımız vardı.

Herkes önce Orduspor’u sonra 3 büyüklerden birini tutardı. Maçlarda stadyum tıklım tıklım dolardı. Her seyirci amigo kadar bağırırdı. Hakemlere en çok kızan da Harutyun amcaydı. Sporcu yıldızları da, şöhretleri de vardı içimizden çıkan. Torpil, iltimas, kayırma, şike, rüşvet, avanta bilmeyen! Yenilgiye uğrandığında sokağa çıkmayan! Ekmeği elinde, lokması kursağında, gönlü yavuklusunda, aklı anasında, babasında, kardeşlerinde, daha küçükken büyümüş çocuk gençlerdik biz.

Dünyamız çok temiz ve çok güzeldi. Gündüzü aydınlatan güneş, geceyi aydınlatan ay ve yıldızlar, masmavi deniz, gökyüzü ve dağlar, rengârenk çiçekler, cıvıl cıvıl öten kuşlar, çayır ve çimenler, her şey, ama her şey çok güzeldi. Hayatımız çok eğlenceliydi. Şehirde bir tiyatro sahnesi vardı ama aslında şehrin kendisi tiyatroydu zaten. Her gün onlarca oyun sahne alır, isteyen de istemeyen de oyuncu olmak zorunda kalırdı.

Kimse kimseyi kıskanmazdı. En zengin ile en fakirin yediği ekmek, peynir, zeytin, kuru fasulye aynıydı. Giydikleri aynı Sümerbank kumaşından mahalle terzilerinin diktikleriydi. Gezdikleri yerler aynıydı. Hiçbir şeyin ithali, lüksü diye bir şey yoktu. Kimsenin arabası yoktu. Ama her yöne 2,5 TL ye sizi götüren taksici Toto amcanın 56 Belair, Cevat abinin 64 impala şavrolesi vardı. Hepsinden önemlisi de, gülümseyen bir yüzümüz, göstermekten utanmayacağımız bir içimiz, vatan için, paylaşmak için çarpan bir yüreğimiz,  gururla söylediğimiz bir marşımız, bir araya gelerek çektirebileceğimiz bir aile fotoğrafımız vardı.

Ama bir sabah, yarım kalan bu rüyanın en güzel yerinde uyandırılıp kapının önüne konulduk. İnatlarımızı, huyumuzu, suyumuzu, evimizi, mahallemizi, sokağımızı, üzerine uzandığımız çimeni, kalplerimizi hesapsızca sunduğumuz yavuklumuzu, mutluluk ve elemleri paylaştığımız arkadaşlarımızdan istemeden de olsa uzaklaşmak, ayrılmak zorunda kaldık. Evlerini evlerimiz gibi gördüğümüz komşularımızın bu hayata veda ettiklerini duyduk. Boşanan, işini kaybeden, şehri terk eden arkadaşlarımızın olduğunu duyduk.

Bugün ne “Atatürk Çay Bahçesi” kaldı geride ne de tahta sandalyeleri. Ne paylaşma, ne de uzlaşma. Geriye kalan neydi hala anlayamadık. Her şey cep telefonları ile her arandığında herkesin bulunabilmesi ile büyüsünü kaybetti belki de. Belki de bir kuşak rüya görmüştük ve her şeyi uydurmuştuk.

Kutuplaşmayı değil, paylaşmayı ve uzlaşmayı, arkadaş olmayı, yoldaş olmayı, kan bağı olmadan aile olmayı, birbirini sevmeyi öğrendiğimiz o yılları ve onca yaşanmış hatırayı önemseyip geriye kalan hayatımız süresince o günlerdeki gibi tekrar umutla dolmak zamanı şimdi.[2]

Şimdi, bir ayağımız çukurda, 60 yaş üstünü bekleyen hastalık riskleriyle iç içe, sokakta gezmenin bile güvenli olup olmadığının tartışıldığı bir ortamda, hala aynı umut ile mutluluğu beklerken gözlerimizin önünden geçirmek gerekti hayatımızı, bir film şeridi gibi…

Kaynakça:



[2] https://kitap.live/bizim-hababam-pdf-indir/#pdf , Yazar: Ersin Erdoğan, Yayın Tarihi:2007-02-06, ISBN:9756709537, sayfa:272