14 Nisan 2020 Salı Saat: 07:09
İki tane bakracı vardı Anamın.
Biri ufak biri orta boydu.
Birine pancar çorbası koyar diğerine duru ayran.
Peştamalına bir bazlama mısır ekmeği sardımı fındık bahçesinde öğle yemeğimiz hazırdı..
Yaykın ağaçlarının tepelerinde cırcır böcekleri öterdi.
Arada bir.. Bir iki karga uçardı üstümüzden gaklayarak.
Fındık bahçemizin hemen altında Çanak göl vardı.
Bir odanın içi kadardı.
İkindiye doğru babam “hadi gidin yüzün biraz” diye izin verirdi.
Derin değildi gölümüz.
Gölün dibinde yengeçler cirit atardı..
Yüzdükten sonra ıslak ıslak fındık çuvallarını sırtımıza vurur eve taşırdık..
Köydeki evimizde eskimeyen tek şey anamın bakracıydı.
Bakraç simsiyah olur anam onu çamurla ya da nişastayla bembeyaz yapardı.
Anamın bakracına kimse dokunamazdı. Bakraç evin reisi gibiydi.
Gel zaman git zaman bakraç şehirde kovaya dönüştü.
Babam anamın bakracıda dahil tüm bakır çanakları bakırcıya satıp bize ayakkabı aldı.
İlk iskarpin ayakkabıyı o zaman giymiştim.
Üç gün iskarpinlerle yattım yatağa.
Birisi çalar diye ödüm kopuyordu.
O dönemlerde iskarpin ayakkabı giymek her babayiğidin harcı değildi.
Komşuların çatık kaşlı kızlarına acayip hava basıyorduk.
Sonra iskarpinler çoğaldı mertlik bozuldu.
Evimizin bir köşesi vardı. Orayı gördükçe anamın bakracını görür gibi olurdum.
Şimdi ne bakraç kaldı ne anam..
O zamanlar duru ayran bile şeker gibi gelirdi insana..
Ve bakraç değerindeydi annelerimiz..