Mehmet Ziya Odabaş

FARKINDA BİLE DEĞİLİZ…

10 Eylül 2019 Salı Saat: 10:02

Uzun süredir düşünüyorum “nasıl” bir ülkede yaşıyorum diye?

                Artık “niçin”lerden çok “nasıl”lar ilgilendirir oldu beni.

                ‘Niçin’le uğraştığınızda, durumu sorgulayan ve ister istemez ilgili rahatsızlığa müdahil olmaya ve onu değiştirmeye yönelik bir süreçte bulursunuz kendinizi.

Ama “nasıl”larla ilgilendiğinizde, sadece durum tespiti yapmakla yetinebilirsiniz.

                Ve ben, epeydir kendim dışında değiştirebileceğim herhangi bir durumun olmadığına inanmaya başladım bu ülkede; sadece durum tespitleriyle yaşar oldum.

                Tabii buna yaşamak denirse.

                Bu ülkede “insana ve emeğe” değer verilmez. Yaşarken değer verilmeyen insanın ölüsüne de saygı duyulmaz.

                Bu ülkede liyakat, hiçbir özel ve devlet gemisinin uğramadığı “ıssız ve işlevsiz bir liman” gibidir.

                Bu ülkede “efendilik, kibarlık” hüküm sürmez; “hoyratlık ve kabadayılık” yükselen değerlerdir.

                Bu ülkede üç kağıtçılık, insanları sömürme, adam kandırma ve siyasi iktidardan nemalanma “zenginliğin” temelidir.

                Bu ülkede kurallara yasalara uymak, vergisini dürüstçe verip, ortalama bir vatandaş gibi yaşamak “enayilikle” eşdeğerdir.

                Bu ülkede tuttuğun köşeyi “kendi çıkarların doğrultusunda” kullanmak şöhretin ve gücün gereğidir.

                Bu ülkede "at izi it izine karışmış", "ayaklar baş, başlar ayak" olmuştur.

                Bu ülkede “devletin bekası adına” insanların ezilmesi, işkenceye tabii tutulması, horlanması ve aşağılanması erdem kabul edilir.

                Bu ülkede bilimin aydınlatıcı ışığı yerine dinsel doğmalarla halkı kandırmak “siyaset” sayılır.

                Bu ülkede okumak, yazmak - çizmek ve eleştirmek ellerinde “kelepçeyle dolaşmakla” eşdeğerdir.

                Bu ülkede “demokrasi” diye sergilenen oyun ise bir sirk gösterisinden ibarettir.

                Şimdi bakıyorum da, nasıl insanlar olduk biz       diye, şaşırıyorum.

                Ne ara acıma duygumuzu, şefkatimizi, vicdanımızı ve hatta insanlığımızı kaybettik; inanamıyorum.

                Nasıl bir nefret bu, anlayamıyorum.

                Bir insan(!) ölüyor; kimi kendini köprüden atmış, boğazın buz gibi sularına, kimi basit bir ameliyat için gittiği hastanenin buz gibi ameliyat masasından kalkamamış.

                Eski defterlerini açıyoruz acımasızca ve keyifle.

                Sanki bizim defterlerimiz pür-ü pakmış gibi.

                Sanki yaptığımız iyiliklerle nurlanmış; cennetin kapısında tapuyla karşılanacakmışız gibi.

                Seversin, sevmezsin, düşüncelerine katılırsın, katılmazsın.

                Yaptıklarını beğenirsin, beğenmezsin, tasvip edersin, etmezsin.

                Ama alabildiğince sövüyoruz bu ölülerin arkasından.

                Kına yakıyor bazılarımız münasip bir yerlerine.

                Yamyamlığa ve hatta ölü seviciliğine soyunuyoruz sosyal medyada.

                "Tecavüzcüydü zaten o (ağar) roman yazarı" diye yargılıyor.

                "Kürt'tü o gazeteci zaten. En iyi Kürt ölü Kürt’tür" diye tekerlemeler düzüyoruz.

                Utanmamızı ne ara kaybettik; ne zaman karardı vicdanlarımız.

                Biz insanlığımızı ne ara yitirdik; ne zamandır "yüz kızarması" alay konusu oldu bizim için. Yaşarken çürüdüğümüzün bile farkında değiliz dostlar...