Biz, meslek ve de branşdaşlarına örnek, okuyanlara da ibret olması dileğiyle aşağıdaki su gibi akıcı ve de sürükleyici metni sonsuz teşekkürlerle arz ediyor, Hayri BOSTAN Bey hocamıza bundan sonraki hayâtında daha hayırlı, bereketli nice yıllar, uzun ömürler temennî ediyor; ümit çiçeklerimiz talebelerimiz başta olmak üzere tüm sevdiklerimizle berâber Efendimiz SAV in komşuluğunda bizleri buluşturması niyâzıyla Rabbimize yalvarıyor; ilimli-irfanlı, edepli, nezâketli, ardımızdan gelenlere güzel örnek niteliğinde bir hayâtı yaşamaya cümlemizi muvaffak kılması duâsıyla cümleye sevgiler-saygılar wes'selâm...
*ÖĞRETMENLER GÜNÜ ÜZERİNE*
Kasım 1982’de öğretmenliğe başladım. 24 Kasım da 1981’de öğretmenler günü olarak kabul edildiğinden ben ikinci öğretmenler gününe yetişmiş oldum.
O yıllarda hep öğretmenlerin içinde bulunduğu sefaletler tema olarak işlenirdi. Televizyonlarda ikinci işlere koşturan öğretmenleri konu alan filmler yayımlanırdı. Öğretmenler günü dolayısıyla ciddi birtakım eylemlere pek rastlamadım.
Amiyane tabirle içimden şöyle demek geliyor. Öğretmenlerin maddi durumları iyi değildi ama daha iyi durumları hak edecek bir öğretmenlik birikimi, becerisi de yoktu.
Öğretmen demek neredeyse şiddet demekti. Bu herkesin kabullendiği bir şeydi sanırım. Anne ile baba çocuğunu okula verirken “eti senin kemiği benim” diyerek teslim ediyordu çocuğunu okula. Zaten geleneğimizde de şiddet ve dayak bol miktarda vardı. “Kızını dövmeyen dizini döver”, “kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin”, “evlendiğin günün sabahında bir kediyi iki bacağından tutup ayıracak, karına gözdağı vereceksin” gibi anlayışlar vardı toplumda.
Ailede şiddet gören çocuk, okulda da şiddet görmeye devam ediyordu. “Adam olmanın ön koşulu” olarak nitelenen askerlik görevinde de şiddetin, dayağın, hakaretin bin bir çeşidine maruz kalarak yetişen bu bireyler toplumu oluşturuyorlardı.
Bizim öğretmenliğe başladığımız zamanlarda dayak ve şiddet azalmaya başlamıştı; ama gene de her öğretmenin elinde bir sopa bulundurması adeta olmazsa olmazlardandı. Müdür yardımcılarının çekmecelerinde yedek sopalar hazır bulundurulurdu. Yani öğrenci döverken biri kırılırsa ötekini kullanması için.
Öğretmenliğe başladığım yıl bir öğretmenin bir öğrenciye yumruk attığını görmüş ve buna çok kızmıştım. Sınıflarda “bir öğretmen öğrencisine yumruk atamaz. Atarsa o öğrenci de ona atar” gibi yaklaşımlarda bulunmuştum. Ama bizler geçiş dönemi jenerasyonu olduğumuzdan sonrada çok pişman olduğum durumlar da yaşadığımı inkâr edemem. Sebebi ne olursa olsun eğer bir öğrencimi kırmışsam, üzmüşsem, canını yakmışsam gıyaben onlardan utanıyorum. Telafisi olmayan davranışlardı bunlar. Ama dediğim gibi, biz de bu kaba davranışları bizden öncekilerden tevarüs etmiştik. Onlar da kendilerinden öncekilerden.
Otuz beş yıl öğretmenlik yaptım. Bunun on dört yılı İstanbul’un güzel ilçesi Sarıyer’e bağlı İstinye’de, geri kalanı İzmit İmam Hatip Lisesi’nde, son iki yılı da gene İzmit’te bulunan Yunus Emre Kız Anadolu İmam Hatip Lisesinde geçti.
Öğrencilerimle çok güzel anılarım oldu. İlk göreve başladığım yıllardan emekli olduğum yıla kadar alakamız kesilmeyen, dostluğumuz devam eden öğrenci arkadaşlarım var. Mezunlar günlerine, evlilik cemiyetlerine, çocuklarının sünnetine, anne ya da babalarının veya kendilerinin vefatları durumunda cenazelerine koşarak katılırdım. Son zamanlarda yaş ilerledi, sağlık sorunları da başladı. Onun için artık evin dışına çıkamıyorum desem yeridir.
Öğretmenlik egosunu kullanarak öğrenciyi bastırmak, susturmak ban göre değildi. Arada bana “hocam, hep siz konuşuyorsunuz. Bize söz hakkı vermiyorsunuz” gibi sızlanmalara karşı “benim söz hakkı vermemi beklemeyin. Benden o hakkınızı kopararak alın” diyordum.
Ben şimdi ne yazarsam yazayım, ortada bir amel defterimiz var ve bunu değiştirmemiz mümkün değil. Onun için öğretmenlik hayatımda yaşadığım güzellikleri anarak mutlu oluyorum. Hatalarımızla da kimse bilmese de kendi kendime yüzleşiyorum ve pişmanlık duyduklarım oluyor. Bu konuda asıl hakem elbette ki şimdi her biri meslek sahibi olmuş, evlenmiş ve çoluk çocuğa karışmış, her biri birer yetişkin birey olan öğrencilerimiz bilir. Karşılaştığım öğrencilerim “hocam, üzerimizde çok hakkınız vardır” gibi sözlerden hep utanmıştım. Bu nasıl borçluluk. Öğretmenlik yaptık ve devletimiz de maaşımızı verdi, onunla da hayatımızı sürdürdük. Acaba görevimizin hakkını verebildik mi, sorumluluklarımızı yerine getirebildik mi diye düşünürüm hep.
Bu konuda da kendimi iyi hissediyorum.
Bir öğretmenin görevi öğrencilerine belli kalıpları aktarmak olmamalıdır. Aksine onların öğrenme, kendilerini geliştirme, yeteneklerini geliştirerek hayatta olabileceklerinin en iyisi olma yolunda ufuklarını açmak, meraklarını kamçılamaktır öğretmenin görevi. Kendi doğrularının; yani kendine göre doğruları öğrenciye empoze ederek kendi kopyalarını yaratma gayretinde olmamalı öğretmen. Belli şeyleri ezberletmek ve sınavlarla onları aynısıyla geri istemek öğretmenlik değildir. Onun için bir baba, anne, ya da öğretmen öğrencisine kitap tavsiye ederken, okumasını isterken kesinlikle onu neleri seçeceği konusunda baskılamamalıdır. Bir anne ya da baba çocuğuna, onun gıyabında giyecek elbise, ayakkabı, çorap ve benzeri şeyler alması ne kadar yanlışsa neleri okuması, neleri okumaması gerektiği konusunda da baskılamamalıdır. Bizler bu tür arızalı davranışlara çok maruz kaldık. Yaşım altmışı geçtikten ve emekli olduktan sonra boynumuza geçirilen o halkalardan kurtulmaya çalışıyorum şimdi. Ama çevremde hep böyle koşullanmış, kalıplaşmış insanlar çoğunlukta olduğu için yalnız kaldığımı hissediyorum. Adama birisinin bir konuşmasını gönderiyorsun. İçine bakmadan, izlemeden, okumadan “bu sapığın yazısını, videosunu bana neden gönderiyorsun? Sen de mi sapıklardan oldun” gibi sataşmalara maruz kalabiliyoruz. Bunlar az değil. Neredeyse sosyal çevremizin tamamına yakını böyle. Çünkü hepsi aynı dişlilerden geçmiş prototip insanlar. Prototip Müslümanlar. Prototip dindarlar. Yapılacak tek şey onlarla arayı açmak, uzaklaşmak, irtibatı koparmak.
Ben de öyle yapıyorum.
Az da olsa çok güzel yeni arkadaşlarım var. Bazıları solcu ve sosyalist. Bazıları milliyetçi şu bu. Ama en önemlisi bu arkadaşların güzel insanlar olması.
Ben sinemayı seven birisiyim. Sinemaya ne kadar ilgiliysem spor olaylarına da o kadar ilgisizim. Öğretmenlik mesleğim icabı öğretmen, öğrenci konulu filmlere daha çok bir ilgim vardır. İzlediğim öğretmen öğrenci konulu filmlerde ortak bir durum gözlemledim. O filmlere konu olan muhteşem öğretmenler filmin sonunda şu ya da bu şekilde mesleklerinden uzaklaştırılıyor ya da kovuluyorlardı. Gerek öğretmenlik mesleğinde gerek siyaset alanında dürüstlüğü ilke edinenler şu ya da bu şekilde cezalandırılırlar. Yani “hiçbir iyilik cezasız kalmaz” öz deyişini doğrulamaktadırlar. Bu durum neredeyse her meslekte vardır.
Sevindirici olan durum şudur: Bir öğretmen hayatının erken çağlarında muhatap olduğu gençler büyüdükçe, hayata atıldıkça neyin e olduğunu kesinlikle anlamaktadırlar. Onun için iyi bir öğretmen öğrencilerini çocuk olarak değil, her biri birer önemli yetişkin olarak görmeli ve onların geleceklerine hitap etmelidir. Bu konuda bu yazının boyutlarını aşacak çok örnekleri gördüm ve yaşadım.
Emekli olduktan sonra sık sık rüyalarımda kendimi okul ortamında, öğrencilerimin arasında ya da karşılarında görüyorum. Zekai Tunca’nın seslendirdiği “seni görmem imkânsız imkânsız imkânsız… Rüyalarım olmasa” şarkısında olduğu gibi.
Değerli eğitimci ve yönetici dostum Sayın Yusuf Sarıkaya’nın bir televizyon mülakatında söyledikleri beni de eski günlerime götürdü. Kitap okumaktan ve öğrencilerine kitap tanıtımlarından söz ediyordu. Ben de evdeki kitaplığımdan poşetler dolusu kitabı okula taşıyor ve öğrencilerime dağıtıyordum. Lise üçüncü sınıflara edebiyat derslerine giriyordum. Her öğrencime bir kitap vererek okumalarını ve okudukları kitapları sınıfta tanıtmalarını ödev vermiştim. O kadar güzel tanıtımlar yapmışlardı ki hayretler içinde kalmıştım. Bazılarının okuduğu ve güzel tanıttığı kitapları bir kez daha okuyarak onlarla daha içtenlikli duygudaşlıklar yaşıyordum. O öğrencilerimin tamamına yakını üniversite bitirdi ve çokları da öğretmen olmuşlardı.
Bütün öğretmenlerimi saygı ve minnetle hatırlamama karşın özellikle imam hatip lisesi yıllarından rahmetli Mustafa Mirasoğlu’nu ve üniversiteden gene rahmetli Mahmut Kanık hocamı asla unutamam. Bu iki hocamız bizleri doğu, batı ve Türk klasikleriyle tanıştırmışlardı. Onların sayesinde kendi mahallemizi aşkın bir okuma eylemi sürdürmüştük. Bu hocalarımız bizleri hem okumaya hem de yazmaya teşvik ediyorlardı. Öğretmenler ne yaparlarsa yapsınlar öğrencileri üzerindeki etkileri onların fıtratlarındaki ilgi ve yetenekler ölçüsünde oluyordu şüphesiz. Biz de elimizden geldiğince boş durmadık, çalıştık çabaladık.
Ünlem Yayınları’ndan çıkan çocuk kitaplarımı hocalarıma hediye ettiğim zaman ne kadar mutlu olmuşlardı. Sonra Bursa Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirme tezim olan “Türk Edebiyatı’nda Roman” adlı çalışmam yayımlandı. Ardından Arapçadan çevirdiğim “Kara Elbisedeki Lekeler” yayımlandı. Ardından harf Yayınları’ndan Dünya Masallarından Seçmeler yayımlandı. Emekli olduktan sonra zaman zaman yaptığım seyahatlerle ilgili yazılarımdan oluşan “Aklım Yollarda Kaldı” ve hatıralarımdan oluşan “Hayat Devam Ediyor” yayımlandı. Bunlar benim hayatımdaki mütevazı çalışmalarımdı. Kesinlikle yaptığım bu çalışmaları abartmıyorum. Ama hayatında ciddi hiçbir kitap okumadan mesleğini sürdürmüş ve emekli olmuş olanlara göre güzel işlerdi Elimizden gelen de buydu şüphesiz. Bir dağın yamacında sürüsünü otlatan bir çobanın, “acaba bu dağın ardında ne var” diye hiç merak etmeden yaşaması yanında ben hep oralarda neler var diye merak ettim ve o merakla okudum, araştırdım, çeşitli konularda kitaplar okudum ve okuyorum. YouTube sayesinde hayatta kendilerine erişemeyeceğimiz nice düşünce insanlarını takip ediyorum. Hayatını tek bir yöne koşullanarak yaşayanlar farklı şeyleri okumaya, dinlemeye, duymaya tahammül edemiyorlar. Tek yaptıkları ona sapık, buna gafil, ötekine kafir diyerek dışlamak oluyor. Okumadan, izlemeden, tanımadan, dedikodu sadedinde duyumlarla insanları hayatlarından dışlıyorlar. Böylece kendilerini kendi elleriyle yarattıkları zindanlara mahkûm ediyorlar. Belli bir siyasi partiye, tarikata, cemaate bağlanıyorlar ve kendilerine taktıkları at gözlükleriyle bakıyorlar hayata. Bu tutumlarıyla onlar hiçbir şeyi değiştirmiş olmuyorlar. Sadece kendilerini bu dünyada var olan birçok güzelliklerden mahrum ediyorlar. Ben böyle bir sarmala düşmemek için çok çaba harcadım ve harcıyorum. Bunu yaptıkça da birçokları tarafından dışlanıyorum, yargılanıyorum. Ama bu çok da umurumda olmuyor. Artık bu ileri yaşlarda bu tür oluşumlardan uzak durmaya çalışıyorum. Elimden geldiğince, dilim döndüğünce, kalemim yazdıkça herkese de bunu tavsiye ediyorum. Bunu başaramadığımız zaman bazı kesimlerin yalakası olmaktan kurtulamayız.
Bu benim hayatım ve hayatımın kontrolünü bu dar kafalıların kontrolüne vermemek en büyük mücadelem olmuş oluyor. Bu durum beni yalnızlaştırsa da birçok şeyden mahrum etse de ben bundan çok memnun ve mutluyum.
Bilmem anlatabiliyor muyum.?
Öğretmenliği bir tutkuya çeviren, bu mesleği gereğince yapabilmek için doğuştan gelen özelliklerini aşarak öğrencilerinin ufkunu sonuna kadar açan, öğrencilerinin ergen duygularına kanmadan, onların geleceklerine hitap edebilen öğretmenlere ne mutlu.
Eğitimin ve öğretmenin görevi dürüst, karakter sahibi insanlar yetiştirmektir. Öğretmenin görevi kendi kişisel kanaatine göre öğrencileri belli şeylere kanalize etmek ve bazı akımlardan, düşüncelerden uzak tutmak değildir. Allah insanı özgür yaratmıştır. Öğretmenin görevi suyu yokuşa akıtmak değildir. Su akar yolunu bulur. Öğretmen sadece o akıştaki engelleri ortadan kaldırabildiği ölçüde başarılı sayılmalıdır. Okuyacağı kitabı kendisi seçen, okuyacağı okulu kendisi tercih eden, evleneceği kişiyi kendisi seçebilen özgür iradeli insanlar yetiştirmek görevimizdir. Bütün bu konularda anne, baba ve öğretmenin görevi yeterince ve kararınca rehberlik etmektir. Gerek çocuklarımız, torunlarımız ve gerekse öğrencilerimiz bizlerden çok daha şanslıdırlar. Onlar çağın gerektirdiği bilgi ve becerileri bizlerden çok daha iyi biliyorlardır. Ben oğluma sürekli “sen işini bilirsin” diyordum. Gerçekten de benden çok daha kat kat başarılı oldu hayatında. Bazı önerilerim ve tavsiyelerim olmuşsa da onları kendisine söyledikten sonra “sen işini bilirsin” demişimdir. İyi ki de öyle yaptım. Kızlarıma da hiç ayrım yapmadan aynı şekilde davrandım. Maşallah! Oğlum da kızlarım da güzel okullar okudular, güzel evlilikler yaptılar, güzel torunlar verdiler bize. Bir anne, bir baba, bir öğretmen başka ne ister ki. Her fırsatta onlara dua ediyorum. Allah en ufak kederlerini göstermesin.