EROL’UN ARABASI NEREDE? (1)
İktidarlar, icraatlarının çıktılarını, halkın gerçeğine ve ne hissettiğine göre değil ekonomik, istatistik ve teknik göstergelere göre değerlendirmeyi ve açıklamayı tercih ederler.
Çünkü halkın geneli bu göstergelerin güvenilirliğini araştırmaz, araştırsa bile neyi işaret ettiğini ve yaşadığı gerçek ile ilgisini kavrayamaz. Siyasetçilerin açıklamalarından etkilenip kendi gerçekleri ve hissettikleri konusunda şüpheye düşerler.
Tam da istenen şey işte budur. Halkı şüpheye düşürüp gerçeği ve hissedileni “acaba ben mi yanlış görüyor, yanlış hissediyorum” diye sorgulatmaktır. Bu sıradandır ve siyaseten anlaşılabilirdir.
Eleştirim, bu yaklaşımın insanî ve hakkaniyetli bir davranış biçimi olmadığına ve halkın kandırılarak yönetilmesinedir.
Çağdaş olma iddiasındaki bir ülkede bu yöntem, yanlış veya yanıltıcı bilgiler verilmeden, başarılar söylenip başarısızlıklar başkasına yüklenmeden, nedenleri ile kamuoyuna açıklanarak halkı ve algıları yönetmek olmalıdır.
Oysa böyle yapılmayıp bir de göstergeler manipüle edilerek, kötü olan iyiymiş, olmayan varmış, olan olmamış gibi gerçeklere aykırı açıklama yapılırsa eğer, bunun adı artık siyaset olmaktan çıkar, yanlış ile halkı kandırmak olur.
Bir bakanının açıklamaları var gündemde…
Elbette inananı ve cıbbancısı da var ama doğru mu acaba diye araştıranı da… Biz de baktık açıklamaya, neymiş diye gerçeklerine de! Durum şöyle:
Yanlış 1: “2000’li yıllarda 300 dolar olan kişi başına milli gelir şu anda 10 bin doları geçti. Türkiye zincirlerini kırdı ve kalkındı.”
Gerçek 1: Dünya Bankası[1] tarafından açıklanan verilere göre[2] Türkiye’de kişibaşı milli gelir 2002 de 3.688 dolar, 2009 da 9.103 dolar, 2013 de 12.615 dolar, 2019 da 9.127 dolar, 2020 de 8.538 dolar, 2021 de ise 9.539 dolarmış.[3]
2000’li yıllarda kişi başına milli gelir asla 3 yüz dolar olmamıştır. 1998 yılında 3 bin 247 dolar düzeyinde olan kişibaşı milli gelir, Marmara-Gölcük depreminin etkisiyle 1999 yılında 2 bin 912 dolara gerilemiş olması haricinde hiçbir dönemde 3 bin doların altına düşmemiştir.
Kişibaşı milli gelir, 2013 de 12.615 dolar ile son 19 yılın en yüksek seviyesini görmüş ancak müteakip yıllarda 10 bin doları hiç geçememiş hep altında kalmıştır.
Bu rakamların gerçekle ve hissedilen ile alakası da yok, hiçbir önemi de yok aslında. Şöyle ki:
Kişibaşı milli gelir, bir ülkenin gayri safi millî hasılası (GSMH) yani ülkenin toplam gelirinin, o ülkenin nüfusuna bölünmesi ile bulunur.
Millî gelir bir ülkenin ekonomik gücünü gösterir. Kişi başına düşen millî gelir ise bir ülkenin yurttaşlarının ortalama gelir düzeyi hakkında fikir verici bir göstergedir.
Kişibaşı milli gelir sanki ülkenin toplam geliri herkese eşit dağıtılıyormuş gibi bir algı yaratıyor insanlarda. Bu gösterge doğru olsa da insanları kandırmak ve beyin yıkayarak algı yaratmak için kullanılması yanlıştır.
Gerçekte, milli gelir asla toplam nüfusa eşit olarak dağılmaz. Çoğu sadece bir avuç insanın cebine girer.
Eğer herkesin cebine o kadar gelir girseydi yani milli gelirimiz kişibaşına adil bir şekilde dağıtılabilseydi, iktidarlar ve ekonomik sistemler asla eleştirilmez bilakis alkışlanırdı. Şöyle:
2021 de kişi başı milli gelire göre her vatandaşımızın cebine yılda 9.539 dolar girdiyse eğer, 4 kişilik bir aileye toplamda 38.156 dolar girmiş olması lazımdı. Bu miktar 2021 yılsonu kuru (1 dolar=13,62 TL) ile yaklaşık 520 bin TL ediyordu.
Hanginizin evine 2021 yılında bu kadar bir gelir girdi? Ya da kaç aile reisinin cebine aylık (520/12) 43 bin TL girdi?
Nüfusun nerdeyse yüzde 80 inin cebine giren yoksulluk hatta açlık sınırı altındaki gerçek gelir ile yakından uzaktan bir alakası var mı bu kişi başı milli gelirin?
Türkiye hangi zincirlerini kırdı? Yoksulluğun mu, yolsuzluğun mu, yasakların mı, hangisinin? Kalkındığı iddia edilen Türkiye G20 den niye çıktı o halde?
Yanlış 2: “Bizim rakamlarımıza bakmayın, OECD rakamlarına bakın. Türkiye 2000’de neydi? Sanayide hangi ürünleri üretiyordu, savunma sanayinde neler vardı? NATO’nun verdiği işe yaramaz, eskimiş üstelik hibe altında verip sonradan para istediği silahların dışında neyi vardı? Baktığınız zaman Türkiye değişiyor. Refah seviyesine bakın.”
Gerçek 2: OECD[4] rakamlarına bakınca, sanayide hem Türkiye hem de diğer ülkelerin 2000’de bugünden daha az çeşitte ve miktarda ürün ürettiği görünüyor elbette. Ülkelerin hemen hepsi ürettikleri ürün çeşidi ve miktarını geçen 22 yılda artırmışlar zaten. Türkiye de elbette değişiyor, gelişiyor ve ekonomik hacmi genişliyor, üretim ve tüketime göre artıyor çünkü artan nüfusa bağlı olarak talep de artıyor.
Savunma alanında da durum dış politikalara bağlı olarak aynı. Ancak silah üretimi yapmakla ve artırmakla övünmek hatta bunu dillendirmek şahsi düşünceme göre doğru ve hümanist bir yaklaşım biçimi değildir.
O halde sormak lazım madem üretimimiz arttı, neden ihracatımız hala ithalatı karşılamıyor ve dış ticaret açığımız her yıl katlanarak artıyor?
Hadi üretemediğimiz teknolojik ürünleri anlıyoruz da, üretebileceğimiz saman, buğday, yağ tohumu gibi ürünleri neden ithal ediyoruz? Tarımda sebep olunan plansız ve desteksiz üretimin gıda fiyatları üzerinde yarattığı kaosu nasıl çözeceğinizi de açıklasanız da öğrensek olmaz mı?
Bir ülkenin hem nüfus hem de üretim artışının ekonomik hacmi büyüttüğünü, milli geliri artırdığını ama kişi başına düşecek olan milli gelir payını azalttığını ve refah seviyesini düşürdüğünü, getirisinin bir avuç insanın elinde toplandığını, zenginin daha zengin fakirin daha fakir ve orta sınıfın yok olduğunu göremiyor hissedemiyor mu zannediyorsunuz bizi?
Ayrıca bu değişim ve gelişim yatırıma dönüşüp, işsizlik oranını düşürüyor mu? Asgari ücreti açlık ve yoksulluk sınırının üstüne çekebiliyor mu?
Kişibaşı ‘gerçek’ milli geliri artırıyor mu? Adil ve eşit dağıtıyor mu?
Bunları da açıklayın da refah seviyemiz neymiş hep beraber görelim…
(Devamı yarın)
[1] Dünya Bankası, II. Dünya Savaşı'nın ardından 1945 yılında Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD=International Bank for Reconstruction and Development) adıyla kurulmuş, 1947 yılında Birleşmiş Milletler'in özerk uzman kuruluşlarından biri olma özelliği kazanmıştır. Günümüzde dünya devletlerinin 188'i Banka üyesidir. Türkiye kuruma 1947 yılında üye olmuştur. Kişi başına GSMH'ye göre yapılan dört gruplu sınıflandırmada Türkiye 3. grupta yer almakta, böylece 5 yıl geri ödemesiz 17 yıla kadar vadeli kredi kullanabilmektedir. Türkiye'nin bu kuruluştaki sermaye ve oy gücü % 0,5 düzeyindedir.
[2] Dünya bankası, değerlendirmelerini ve açıklamalarını üyesi olan ülkelerden gelen resmi verilere göre yapar.
[4] Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü: (İngilizce: Organisation for Economic Co-operation and Development –OECD).
OECD, Türkiye’nin de üyesi olduğu uluslararası bir ekonomi örgütüdür. 14 Aralık 1960 tarihinde imzalanan Paris Sözleşmesi'ne dayanılarak, 1961'de kurulmuştur ve savaş yıkıntıları içindeki Avrupa'nın Marshall Planı çerçevesinde yeniden yapılandırılması amacıyla 1948 yılında kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü'nün (OEEC) doğrudan mirasçısıdır. Üyelerinin büyük bir bölümü Avrupa Birliği ve İngiliz Uluslar Topluluğu üyeleridir, çoğunluğu da gözlemci üyelerdir. OECD ülkeleri sanayileşmiş ve gelişmekte olan ülkelerden oluşmaktadır. Örgüte günümüzde 38 ülke üyedir.