Aslında masanın tam ortasında nazlı bir gelin edasıyla oturmuş olan tavuğun kızarmış butlarının kimlerin olduğu belliydi evimizde. Küçücük tavuktu bu, iki bacağı vardı doğuştan. Birisini yine babam alacaktı meze tabağına. Diğeri
Aslında masanın tam ortasında nazlı bir gelin edasıyla oturmuş olan tavuğun kızarmış butlarının kimlerin olduğu belliydi evimizde. Küçücük tavuktu bu,iki bacağı vardı doğuştan. Birisini yine babam alacaktı meze tabağına. Diğerini annem. Babam masanın bir kenarında oluşturduğu küçük çilingir sofrasının hemen başköşesinde sarımsaklı yoğurtun,domates,beyaz peynir ve kabukları soyulmuş salatalığın hemen yanı başında mutlaka kızarmış,derisi soyulmuş o tavuk budu olurdu.
Küçük bir evin sıcacık çatısı altında babam, annem ve benle birlikte üç kız, üç erkek kardeş toplam sekiz kişi yaşamını sürdürüyorduk. Çok sık pişmiyordu ama bir bütün tavuk sofraya konulduğunda o gün herkes payına düşene razı oluyordu sessiz sedasız. Fırında pişirilen tavuğun butları kimlerin kursağından aşağı inecekse belliydi. Topu topu iki adet budu olan tavuk,her sofraya geldiğinde kural hiç değişmedi uzun zaman…
Zor bir işin içerisinde yılların hırpaladığı yorgun babam,halin nedir diye soran olmadığı bir yalnızlık ta kendini rahatlatma yöntemini çabuk keşfetmiş ve genç yaştan itibaren alıştığı içkisini her akşam olmasa bile gün aşırı içmek suretiyle hayatın zorluklarına göğüs geriyor, dahası inatçı bir pehlivan edasında mücadele ederek sırtının yere gelmemesi için çaba gösteriyordu. O benim babamdı…Hep derin düşünceler içerisinde bulurdum onu… O zamanlar pek bir anlam veremesem de,gözlerini bir noktaya dikmiş, elinden hiç düşmeyen sigarasıyla, onun neyi bu kadar çok dert edip, uzun uzun düşündüğünü,ben de aile babası olunca anladım…
İçkisine meze yaptığı budun birisini afiyetle yerken, rahmetli annem kendince farklı bir yöntem uygular, yemezdi...Bilirdik onun böyle davranacağını… Hep içimizden birisine vereceğini umut ederken, o adil davranır,hiç kimseye vermez, kendi hakkı olan bütün birisini, ocağın üzerinde pişen pilavın içine yine eşit paylarda parçalayarak bizlerin yemesini sağlardı. Çocukluğumuzda bir tavuğun budunu yemek hiç nasip olmadı nedense. Bu kural yıllar boyu hiç değişmedi.Kuralı kimsenin değiştirmeye cesareti olmadı zaten.
Ve sonra yıllar geçti aradan. Zaman çok şeyi alıp götürdü beraberinde. Annemi, babamı,genç yaşta ablamı. Kurduğumuz sofraları,hep beraber doyduğumuz,bir şölen havasında oldukça gürültülü ortamlarda yediğimiz yemeklerimiz ve kendiliğinden oluşan ve değiştirmeye cesaret edemediğimiz sofra kurallarımız… Hepsi bir çırpıda yok oldu…
1990’lı yıllarda Ankara’da işe başladım… Zaman çok çabuk geçti.İlk maaşımı alıp çıktım Ankara sokaklarına… Uzun uzun yürüdüm.Bir elim cebimde maaşımı ilk sevgilimin ellerini tutar gibi sıkı sıkı tutuyordum… Avucumun içinde sıcacık bir el gibi… Terliyordu avucumun içi.Lakin o benim ilk sevgilimdi…
Adımlarım beni daha önce gördüğüm o lokantanın önüne kadar götürdü… Camın dışından baktım içeri… Buhardan nemlenmiş olan camın ardında yavaş yavaş dönerek kızaran tavukları gördüm. Hızla içeri girip boş olan bir masaya oturdum.Garsonu çağırıp, elimle kızaran tavuğun birisini gösterip,bir bütün tavuk istediğimi söyledim ona… Garson şaşkın,bütünü mü diye sordu ikinci kez… “Evet, bir bütün tavuk” dedim,günlerce aç,ağzına bir lokma atmamış dilenci edasında…
Ardından ilk kez bu kadar sabırsızca beklediğimi hatırlıyorum. Zaman geçmedi bir türlü. Ara sıra mutfak tarafına bakıp, siparişimin gelip gelmediğini kontrol ediyordum istemsizce. Nihayet elinde bir tabakla o garsonun bana doğru yaklaştığını gördüm. Birden bayram harçlığı almış bir çocuk sevinci kapladı içimi. Evet, yanılmamıştım. Garson benim bulunduğum masaya kadar gelip,beyaz bir tabağın üzerinde bir bütün tavuk koydu önüme. Karar vermiştim,önce tavuğun gövdesini, ardından kalan iki budu yiyecektim… İstedim ki en son onların tadı kalsın damağımda. Büyük bir iştahla tavuğun gövdesini didiklemeye,ellerimle kopardığım her parçasını ekmeksiz ağzıma atmaya,neredeyse hiç çiğnemeden yemeye başladım. Tavuğun etlerini kemiklerinden ayırıyor,neredeyse hiçbir küçük parça bırakmadan mideme indiriyordum…
Başka bir küçük tabakta,küçük bir kemik dağı oluşmuştu. Zaman geçtikçe nerdeyse her anından zevk alarak yediğim tavuğun gövdesinden bir eser kalmamıştı.Parmaklarım yağ içinde yüzüyordu.Şimdi tabakta iki adet but kalmıştı. Ve ben birazdan onları da büyük bir zevkle yiyecek ve hayatımda ilk defa bırak bir budu,iki budun keyfine varacaktım… Nasıldı budun tadı, gövdesinden farklı bir tadı olmalıydı kim bilir…
Ve nihayet beklediğim an geldi. Tabakta duran butların birini almak için elimi uzattım işte… Yıllardır yemediğim o butlar birazdan midemde olacaktı. Varmadı ellerim… Uzanamadım bir türlü… Denedim, ama olmadı… Her elime almak için uzandığımda,biri engelledi sanki beni…Onlar benim değildi… Elimi tuttu…
Masada babamı, annemi, kardeşlerimi aradım… Kendi kazandığım para da olsa tabakta kalan o iki budun birisi yine babamın, diğeri annemin olması gerek diye düşündüm. Yiyemedim. Geçmedi boğazımdan.Bir kez daha denedim. Olmadı, yapamadım.
Garsonu çağırdım… Kalan iki budu bir kâğıda sarıp bana vermesini istedim… Hesabı ödeyip koltuğumun altında bir çift tavuk buduyla sokaklarda yürümeye başladım… Uzun süre caddelerde dolaştığımı hatırlıyorum.
Soğuktur Ankara’nın havası. Alışamayanların soğuktan dudakları yanar, yara olur, kabuk bağlar. Oysa ben ateş gibi kavruluyordum. Yürüdüm bir süre. Adımlayıp durdum sokakları. Sonra… O iki budu bir çöplüğün yanı başında onlarca kediye paylaştırırken buldum kendimi. Renk renk, irili ufaklı kediler etrafımı çevirmiş,ganimetten pay kapmak için üzerime geliyordu. Hepsine eşit paylaştırmaya çalıştım rahmetli annem gibi. Hiçbirini kayırmadan, gözetmeden…
Aradan uzun zaman geçti. Ben her ay maaşımı cebime koydum, lakin hiçbir zaman bir bütün tavuk yiyemedim. Hala tavuk budu zor geçer boğazımdan. Her yediğimde ailem gelir aklıma. Sanki onların hakkını yiyormuşum gibi huzursuz olurum. Şimdi soframda olan bir bütün tavuğa her baktığımda,dilimin ucunda eski bir şarkı ve o günler gelir aklıma… “ Ömrümüzün son demi,son baharıdır artık, maziye bir bak, neler, neler bıraktık…”
Lakin kalabalık toplandığımız o sofralarda çok önemli şeyler öğrendim. Adaleti… Hak yememeyi… Ve ailenin kıymetini…
Çatı çökünce altında kalan yüreklerin, un ufak olan hikâyelerin kimse farkında olmuyor maalesef… Maalesef…