Mücbir sebep…

Ersin ERDOĞAN2020-11-05 09:39:31

Yıllardır yapılan bir kara propagandaya göre Atatürk ve İnönü, Kuran’ı, namazı ve oruç tutmayı yasaklamış, camilerin hepsini kapatıp ahır yapmış! İnanın yüzlerce kaynaktan araştırma yaptım ve bu iddianın zerre kadar tutunabileceği, dayanak olabileceği bir belge bulamadım.

Dönemin Diyanet İşleri Başkanlığının fetva ve genelgeleriyle ünlü hafızların, ilahiyatçıların, mütedeyyin insanların talepleri ve desteklemeleri neticesinde dinin anlaşılması için namaz ayetleri ve ezanın bir dönem Türkçe okutulmuş olması doğrudur. Ancak hiçbir dönemde ne Kuran ne namaz ne oruç tutmak yasaklanmış ne de camiler ahır yapılmış.

Kurtuluş savaşında bazı camilerin silah deposu yapıldığı, askerlerin barınmaları için kullanıldığı da doğrudur. Cumhuriyet kurulduktan sonra eskimiş veya harabeye dönmüş olanların tamir edilmesi, bazılarının çökme tehlikesi olması nedeniyle yıkılması, Ayasofya gibi tarihi ve kültürel değerleri olan bazılarının da müzeye çevrilmesi kararı verilmiş olması da doğrudur. Ancak bu kararlar keyfe keder, siyasi veya ideolojik değil, mücbir sebepler ile alınmış.

1946 yılından itibaren “Kâfir İsmet paşa camilere kilit vurdu. Etrafına asker dizdi. Namaz kılmak için içeriye kimseyi sokturmadı. Camileri devamlı teftiş etti. Nöbetçilere içeriye kimseyi sokmuyorsunuz değil mi diye sordu” yalanı yayılmaya başladı. Bu yalan, maalesef bundan menfaat umanların ve işin aslını sormayanların anlatımları ile günümüze kadar geldi. [[1]]

Yıllarca İnönü’nün yakın çalışma arkadaşlığını yapan merhum gazeteci Necati Karakaya, gazeteci Tufan Türenç’ e şöyle anlatıyor gerçeği:

“1942 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın en alevli günlerinde Hitler’in orduları sınırımıza dayandı. Türkiye’ye girip girmemekte kararsızlardı. İsmet Paşa Trakya’da Çakmak hattını kurmasına rağmen İstanbul’un bombalanacağını tahmin ediyor bu nedenle de savunmayı Ankara’nın dışında yapmayı düşünüyordu. İstanbul’daki saraylarda ve müzelerde bulunan tarihi eşyaları, zarar görmemeleri için Alman uçaklarının menzili dışında kalan bölgelerdeki camilere koymayı düşündü.

İsmet Paşa düşmanın camileri bombalamayacağını biliyordu. O nedenle bütün saray eşyalarını, padişahların tahtlarını, mücevherleri, kutsal emanetleri, Hazreti Muhammed’in sancağını, kılıcını, Hırka-i Saadeti, Hazreti Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerim’ini, Atatürk’ün Samsun’da çıktığı tahta iskeleyi, müzelerde ne varsa tümünü tam 48 vagona yerleştirerek Niğde’ye gönderdi.

Bu değerli eşyaları korumak için Topkapı Sarayı İkinci Müdürü Lütfü Turanbek başkanlığında 30 görevli, aileleri ve çocuklarıyla birlikte Niğde’ye gitti. Eşyalar ve görevliler, tehlike tamamen geçene kadar Niğde’de kaldılar. Bu değerli eşyalar Niğde’de 3 camiye yerleştirildi. Camilerin etrafına nöbetçi askerler yerleştirildi. 28 Ocak 1943 günü İnönü, Adana’da Churchill ile buluşmak üzere Ankara’dan trenle yola çıktı. Tren Niğde’de durdu ve uzun süre bekledi. İsmet Paşa tarihi eşyaları görmek üzere 3 camiyi de teftiş etti. Özellikle Atatürk’ün Samsun’a çıktığı tahta iskeleyi görmek istiyordu. Saruhan Camii’ne gitti ve Tunabek’e sordu: “Asker nöbetini aksatmıyor, camilere kimseyi almıyor değil mi? Gözüm arkada kalmasın” dedi. [[2]]

İşte olayın aslı budur. Bir mücbir sebeptir! Bunu görmemezlikten gelip “mal bulmuş mağribi” misali iftira atmak hakkaniyet midir?

Kurtuluş Savaşı ve II. Dünya Savaşı sırasındaki “Camilerin amaç dışı kullanılması”, tarihimizde sadece Atatürk ve İnönü’ye ait bir uygulama değildir. Daha önce 19. ve 20 yüzyılda Osmanlı döneminde de benzer uygulamalar görülmüştü.

Tarihimizde camiler ilk defa, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi (93 Savaşı) sırasında amaç dışı kullanılmıştır. Bu savaşta Rumeli’den İstanbul’a büyük bir muhacir akını olmuştur. Rus ordusu ile Bulgar çetelerinin önünden kaçan yüz binlerce muhacir, kış mevsiminde İstanbul’a yığılınca bunların barındırılması için İstanbul’daki Ayasofya, Sultan Ahmet, Süleymaniye, Beyazıt gibi büyük camiler ibadete kapatılarak muhacirlerin barınmasına ayrılmış ve muhacirlerin kaldığı “oteller”, “yatakhaneler” olarak kullanılmış.

Rubert Furneaux’un; “Tuna Nehri Akmam Diyor”, Charles Ryan’ın; “Plevne’de Bir Avustralyalı”, Mehmet Arif Bey’in; “Başımıza Gelenler”, Turhan Şahin’in; “Öncesi ve Sonrasıyla 93 Harbi” adlı eserlerinde muhacirlerin uğradığı zulümler ve onların İstanbul’da camilerde barındırılması anlatılmıştır. Balkan Savaşlarında da İstanbul’a sığınan binlerce muhacir, yine camilerde barındırılmıştır. Stephane Lauzanne; “Hastanın Başucunda Kırk Gün” (Balkan Acıları), savaş muhabiri olan Georges Remond; “Mağluplarla Beraber” ve William M. Pickthall; “Harpte Türklerle Beraber” adlı kitaplarında muhacirlerin camilerde barındırılmasıyla ilgili gözlemlerini aktarmışlardır. [[3]]

İnönü’ye “camileri kapattı, depo yaptı!” diye çıkışanlar, acaba bundan sonra, 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı padişahlarına da “camileri otel-yatakhane yaptılar!” diye çıkışırlar mı? Ya da “2020 yılında ülkedeki tüm camiler kapatıldı” denilerek dönemin yöneticilerine de eleştiri yöneltilebilir mi? Kesinlikle hayır! Çünkü önceki tüm cami konusu uygulamalar nasıl ki mücbir sebeplerden dolayı yapılmışsa 2020 de tüm cami ve ibadethaneler de pandemiden kaynaklanan bulaş riskini önlemek sebebiyle kapatılmıştır. Ve son derece doğru bir uygulama olmuştur.

Ayrıca, keşke bu uygulama, bulaş riskine karşı yapılan uygulamaların etkisini azaltma riskine karşı bir müddet daha devam etseydi diyenler de var. İnancına göre ibadet etmesinin engellendiğini düşünüp camiler kapatıldığı için kızanlar da var. Ama söylenenler hakaret ya da iftira değil eleştiriden ibarettir ve kabul edilebilirdir.

Diğer bir taraftan da, pandemi dönemindeki kısıtlamalar ile ilgili çifte standart yok muydu? Milli bayramlarımızı kutlamak veya genel kurul toplantıları kısıtlanırken aynı dönem içinde binlerce insanın sosyal mesafe kuralına aykırı bir şekilde toplandığı açılışlar ve mitingler neden yapıldı? İşte bu konu izaha muhtaçtır! Çifte standart uygulamalar keyfe keder, siyasi veya ideolojik midir, yoksa mücbir sebepler ile mi alınmıştır?      

Atatürk öldükten sonrada bu ülkede birçok cami ya tamir ettirildi, ya yıkıldı ya da depo olarak kullanıldı. Daha birkaç sene önce yeni sanayi kavşağındaki cami yıkılmadı mı? Ne çökme tehlikesi vardı ne de kullanılmaz durumdaydı. Uzun vadeli yapmadığımız için yazboz tahtasına dönen şehir imar planlarımız nedeniyle sanayi girişindeki kavşağın düzenlenmesi için gerekliydi ve yıkıldı. Bu kadar basit!

İnsanoğlu hangi saik ile böylesine bir yalanı uydurur da tarihimizi ve ceddimizi böylesine utanç verici bir şekilde karalar. Bu iftira ve karalamaları yapanlar, sırf işlerine geldiği için gerçek delillere ve verilere dayanmayan savları ile araştırmayan, okumayan ve öğrenmeyen bir kesim insanı maalesef konsolide edebilmiş ve bu yalana inandırabilmişlerdir. Ama toplumun genelini asla inandıramamışlardır.

Bilakis, bu iftiralar ters tepmiş ve toplumun tepkisini çekmiştir. Seveni olur sevmeyeni olur ama Atatürk düşmanlığı asla kabul edilemezdir ve bu ülkeye yerleştirilemeyecektir. Çünkü günümüzde iletişim araçları ile kaynaklara ulaşmak ve bilgiyi teyit etmek o kadar kolay ki, artık neyin yalan neyin gerçek olduğunu toplum hemen anlayabiliyor.

Bu iftira ve kara propagandanın en üzücü ve en yaralayıcı tarafı ise toplumda Atatürk’ü sevenlerin, ilke ve inkılaplarına sahip çıkanların dinsiz, sevmeyenlerin ve sahip çıkmayanların ise dindar olduğu algısının yaratılmaya çalışılmasıdır. Bu ülke yıllarca sağ-sol çatışmaları yaşadı ama bölünmedi. Çünkü hem sağ hem sol ideolojiye sahip insanların çatışmadığı ve aksine birleştiği tek konu Atatürk ilke ve inkılaplarıydı. Her iki taraftan da bir kere dahi Atatürk’e hakaret edilmedi ve iftira atılmadı. Atatürk bu milleti birbirine bağlayan yegâne ortak değer olarak kaldı. Bu değer bugünlerde daha da iyi anlaşılır oldu. Buna sebep olanlara da kızmakla beraber aslında teşekkür etmek gerekiyor.  

Her türlü eleştiriye saygı duyulur ama Atatürk’ü ve İnönü’yü kâfir, put ve din düşmanı gibi göstermek de ne demek? Kasıtlı yapılan bu çirkin iftira ve kara propaganda, makam ve mevki kapmak veya yerini sağlamlaştırmak isteyen kişiler tarafından verilen bir sinyal haline geldi son zamanlarda. İş yargıya veya topluma intikal edip ters etki yarattığında ise “Yok, öyle kastetmedim, böyle kastettim. Yok, öyle söylemedim böyle söyledim” cinsinden herkesin aklıyla alay eden savunmalar da yaptılar. Maalesef işin aslını bilmeyen bir kesimde de alıcı bulabildiler. Oysa bu iftirayı atanların her yerden ulaşabilecekleri konu aslı öğrenilse bunca “günah alma” suçu işlenmez, “kul hakkı” yenmezdi.

Yedi büyük günahtan biri olan “iftira”, kul hakkı yemektir. [[4]] Yalan uydurup iftira atanlar eğer gerçekten inanç sahipleri ise iyi bilirler ki;  Allaha karşı işledikleri günahlar için tövbeleri kabul görebilir ama kula karşı işledikleri günahları için tövbeleri, hakkını yediği kuldan helallik alınmadığı sürece geçersizdir. [[5]] Bu yüzden Hucurât Suresi-6.Ayette emredildiği gibi; “Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın”. [[6]]

Temel sorun tam da budur işte! Duyduklarımızın doğruluğunu araştırıp gerçeği teyit etmeyi öğrenmediğimiz, gerçekleri kişisel ve ideolojik çıkarlarımıza göre algılamaktan vaz geçmediğimiz sürece yoldan çıkmamak ve kul hakkı yememek mümkün değildir. Her tür eleştiri ve ideolojiye karşı olunsa da saygı duyulması esastır ve hem demokrasinin hem de medeniyetin gereğidir. Ancak Atatürk düşmanlığı ve iftira ne saygı duyulacak ne de anlayış gösterilebilecek bir şey değildir. Üstelik bir “nefret dilidir” bu! Doğru olan ise Allaha şükredip Atatürk’e teşekkür etmektir. Türk milletine yakışan da budur!

Her türlü yokluğa, zorluğa, hastalığa sabreder, yaradana sığınır gıkımızı bile çıkarmayız ama ceddimize, inançlarımıza ve özellikle Atatürk’ümüze atılan iftiralara asla!

Bu vesile ile Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, silah arkadaşlarını, bu vatan için canını vermiş tüm gazi ve şehitlerimizi şükran ve saygıyla anıyor, bize milletimizle ve inançlarımızla özgürce yaşadığımız bu güzel vatanı kurtarıp, kurup, bırakıp ve korudukları için sonsuz teşekkür ediyoruz.

Cumhuriyet Bayramımız tekrar kutlu olsun!

  Kaynakça:

[2] Tufan Türenç, “Çirkin İftira ve Gerçek”, Hürriyet gazetesi, 11 Ocak 2011.

[3] Balkan, agm. - İlber Ortaylı, “Cami Olmaktan Çıkan Camiler”Milliyet gazetesi Pazar, 29 Nisan 2012.

Anasayfa