“Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin, karşıdakinin anladığı kadardır” demiş Mevlana. Ben bu öğretiyi Mevlana’nın ve sevenlerin affına sığınarak yeniden kurguladım ve her sohbet ve eğitim başlangıcında hep şöyle ifade ettim:
“Ne kadar bildiğin, karşıdakinin öğrendiği kadar, Ne söylediğin ise karşıdakinin anladığı kadardır”.
Günümüzde ise bu öğretinin son versiyonu şöyle; “Bildiklerin, anlattıkların ve yaptıkların karşıdakinin algıladığı gibidir. Algıladığı kadar değil yani. Algılandığı gibidir.
Algı, psikoloji ve bilişsel bilimlerde duyusal bilginin alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesi anlamına gelir.[1] Algı, duyu organlarının fiziksel uyarılmasıyla oluşan sinir sistemindeki sinyallerden oluşur.[2]
Görmek ve duymakta aslında birer algıdır. Örneğin, görme gözün retinasına düşen ışıkla, işitme ise kulağa gelen ses ile oluşur. Algı bu sinyallerin sadece pasif bir şekilde alınması değildir. Öğrenme, dikkat, hafıza ve beklenti ile şekillenebilir.[3]
Algı, "yukarıdan aşağıya etkileri" kapsadığı gibi duyusal girdinin "aşağıdan yukarıya" işlenmesini de içerir. "Aşağıdan yukarıya işlemler", basitçe, düşük seviye bilgi kullanılarak daha yüksek seviyede bilginin oluşturulmasıdır. “Yukarıdan aşağıya işlemler” ile kastedilen, kişinin kavram ve beklentilerinin algıyı etkilemesidir.
Beynin algısal sistemleri, insanların çevrelerindeki dünyayı, duyusal bilgileri eksik ya da değişken olsa bile, kararlı görmesini sağlıyor. İnsan beyni farklı bölgeleri farklı duyu bilgilerini işleyecek şekilde kısımlı bir yapıya sahiptir. Bu kısımlardan bazıları duyusal harita şeklini alır. Bu farklı kısımlar birbirleriyle bağlantılıdır ve birbirlerinden etkilenir. Örneğin, tatma duyusu kokudan güçlü bir şekilde etkilenir.[4]
İnsan Kaynakları Yönetcisi Alan Saks ve Politikacı Gary Johns'a göre, algının 3 bileşeni vardır.
a) Algılayan: Farkındalığı uyarana odaklanan ve böylece onu algılamaya başlayan kişi. Algılayanın algılarını etkileyebilecek birçok faktör varken, üç ana faktör (1) motivasyon durumu, (2) duygusal durum ve (3) deneyimdir. Tüm bu faktörler, özellikle ilk ikisi, kişinin bir durumu nasıl algıladığına büyük ölçüde katkıda bulunur. Çoğu zaman, algılayan kişi "algısal savunma" denilen şeyi oluşturabilir ve kullanabilir, burada kişi yalnızca "görmek istediğini görme” eğilimindedir. Yani, uyaran kendi duyularına göre hareket etse bile algılamak istediklerini yalnızca algılar. .
b) Hedef: algının nesnesi; bir şey veya algılanan biri. Algılayıcının duyu organları tarafından toplanan bilgi miktarı, hedef hakkındaki yorum ve anlayışı etkiler.
c) Durum: Algılama sürecini etkileyen çevresel faktörler, zamanlama ve uyarılma derecesi. Bu faktörler, beynin yorumlanmasına konu olan bir algı değil, yalnızca bir uyaran olarak bırakılan tek bir uyaranı sağlayabilir.
Psikolog Jerome Bruner, insanların "kendimize ve başkalarına ilişkin algılarını sosyal kategorilere göre" oluşturmak için "bir hedef ve durumdaki bilgileri bir araya getirdiği" bir algılama modeli geliştirdi. Bu model şu üç durumdan oluşur:
1- Tanıdık olmayan bir hedefle karşılaştığımızda, hedefin içerdiği bilgi ipuçlarına ve onu çevreleyen duruma çok açığız.
2- İlk aşama, hedefin algılarını dayandırmak için bize yeterli bilgi vermez, bu nedenle bu belirsizliği çözmek için aktif olarak ipuçları arayacağız. Yavaş yavaş, hedefin kabaca bir kategorize edilmesini sağlayan bazı tanıdık ipuçları topluyoruz.
3- İpuçları daha az açık ve seçici hale gelir. Hedefin sınıflandırılmasını doğrulayan daha fazla ipucu aramaya çalışıyoruz. Ayrıca, ilk algılarımızı ihlal eden ipuçlarını aktif bir şekilde görmezden gelir ve hatta çarpıtırız. Algımız daha seçici hale gelir ve sonunda hedefin tutarlı bir resmini çizeriz.
Algı Türleri şunlardır: Görsel algı, İşitsel algı, Dokunsal algı, Tatsal algı, Kokusal algı, Sosyal Algı, Konuşma Algısı, Yüz algısı, Sosyal Dokunuş algısı, Çok modlu algı, Zaman algısı, Vekâlet duygusu algısı, Uyarılma algısı.
Bunlardan biri üzerinde dikkatlice durmak gerekiyor.
Konuşma algısı, konuşulan dilin duyulduğu, yorumlandığı ve anlaşıldığı süreçtir. Bu alandaki araştırmalar, insan dinleyicilerin konuşma sesini (veya fonetiği) nasıl tanıdıklarını ve bu bilgileri konuşulan dili anlamak için nasıl kullandığını anlamaya çalışır.
Bir kelimenin sesi, onu çevreleyen kelimelere ve konuşmanın temposunun yanı sıra konuşmacının fiziksel özelliklerine, aksanına, tonuna ve ruh haline göre büyük ölçüde değişebileceğinden, dinleyiciler kelimeleri çok çeşitli koşullar altında algılamayı başarırlar. Ses üretildikten sonra sesin kalıcılığını ifade eden yankılanma, algı üzerinde de önemli bir etkiye sahip olabilir. Deneyler, insanların konuşmayı duyduklarında bu etkiyi otomatik olarak telafi ettiğini göstermiştir.
Konuşmayı algılama süreci, işitsel sinyal ve işitme sürecindeki ses seviyesinde başlar. İlk işitsel sinyal, akustik ipuçlarını ve fonetik bilgileri çıkarmak için görsel bilgilerle (öncelikle dudak hareketi) karşılaştırılır.
Konuşma algısının mutlaka tek yönlü olması gerekmez. Morfoloji, sözdizimi ve / veya anlambilimle bağlantılı yüksek seviyeli dil süreçleri, konuşma seslerinin tanınmasına yardımcı olmak için temel konuşma algılama süreçleriyle de etkileşime girebilir. Bir dinleyicinin, sözcükler gibi daha yüksek birimleri tanımadan önce ses birimlerini tanıması gerekli olmayabilir (hatta mümkün olmayabilir).
Algısal beklenti olarak da adlandırılan algısal küme, belirli bir şekilde algılamaya yatkınlıktır. Algılamanın dürtüler ve beklentiler gibi "yukarıdan aşağıya" süreçlerle nasıl şekillendirilebileceğinin bir örneğidir. Algısal kümeler tüm farklı duyularda meydana gelir. Uzun vadeli olabilirler.
Kümeler motivasyonla oluşturulabilir ve bu nedenle insanların belirsiz figürleri yorumlayarak görmek istediklerini görmelerine neden olabilir. Algısal küme, birçok sosyal bağlamda kanıtlanmıştır. Birini "sıcak" olarak düşünmeye hazırlanan insanlar, "sıcak" kelimesinin "soğuk" ile değiştirilmesine kıyasla, içlerindeki çeşitli olumlu özellikleri algılama olasılıkları daha yüksektir. Bireyin algısal setleri kendi kişilik özelliklerini yansıtır.
Filozof Andy Clark, algının hızlı bir şekilde gerçekleşmesine rağmen, basitçe aşağıdan yukarıya bir süreç olmadığını açıklıyor (küçük ayrıntıların daha büyük bütünler oluşturmak için bir araya getirildiği). Bunun yerine, beynimiz öngörücü kodlama adını verdiği şeyi kullanıyor. Dünyanın durumu için çok geniş kısıtlamalar ve beklentilerle başlar ve beklentiler karşılandıkça daha ayrıntılı tahminlerde bulunur (hatalar yeni tahminlere veya öğrenme süreçlerine yol açar). Clark, bu araştırmanın çeşitli çıkarımları olduğunu söylüyor; sadece tamamen "tarafsız, filtrelenmemiş" bir algı olamaz, aynı zamanda bu, algı ve beklenti arasında çok fazla geri bildirim olduğu anlamına gelir (algısal deneyimler genellikle inançlarımızı şekillendirir, ancak bu algılar mevcut inançlara dayanmaktadır). [5]
Kaynakça: