Yeni İnternet Sitemizi Beğendiniz mi?
- 16:02 Erkılınç: Kurumumuz resmî ilan hakedişlerinin garantörüdür
- 16:01 HALK EKMEK FABRİKASI AÇILIYOR
- 15:29 ÜRETİCİLERE GEBE DÜVE DAĞITILDI
- 13:44 BAŞKAN GÜLER’DEN GÜRGENTEPE VE GÖLKÖY’E ÇIKARMA
- 13:25 ORDU’DA ORGANİZE SUÇ ÖRGÜTÜ OPERASYONU
- 13:25 DİKKAT: KIŞ LASTİĞİ UYGULAMASI
- 13:13 OKULLARIN YOLU ASFALTLA BULUŞTU
- 13:14 YILMAZ: BÜTÇE YENİDEN REVİZE EDİLMELİ!
- 13:04 MAVİ KUMBARALAR HER YERDE
- 12:57 SANCAKTAROĞLU: İHALELERDE COĞRAFİ KOŞULLAR GÖZ ÖNÜNDE TUTULSUN!
- 12:54 1 MİLYON MÜKELLEF E-DEFTER SİSTEMİNE DÂHİL OLUYOR
- 12:43 HİNDİSTAN, TÜRK FINDIĞINI SEVDİ
- 12:44 BAŞKAN GÜLER’İ DUYGULANDIRAN FOTOĞRAF
- 12:35 ORTA KORİDOR İKLİM DOSTU OLACAK
- 12:11 KARŞIYA CAMİİ VE ÖRNEK CUMA SABAHI BULUŞMASI
UFUKTAKİLER
POLİS MUZAFFER (ÖYKÜ)
Sabahın ilk ışıkları şehri aydınlatmaya başladığında evinin kapısını açıp girdi içeri. Tıpkı bir hırsız gibi sessiz sedasız. Bir gölge gibi süzüldü odaya. Üşümüştü, ellerini birbirine sürterek ısınmaya çalıştı. Üzerindeki elbiseyi yavaş yavaş çıkarmaya başladı. Önce şapkasını, ardından ceketini sandalyenin arkasına astı.
Her zaman yaptığı gibi silahını dikkatli bir şekilde çıkarıp yatağın altına sakladı. Sonra pantolonunu çıkardı ve hızla pijamasını giyip yatağa girdi. Birkaç saat uyumalıydı. Dinlenmeli, sonra yine kalkıp doğru görev başına…
Uyumaya çalıştı, göğsünün tam ortasına istemediği bir misafir misali acı bir ağrı yerleşmişti. Avucuyla ağrıyan yere bastırdı, avuç içiyle ufak daireler çizdi. Pencereden süzülen gün ışığı uyumasını engelliyordu.
Sırt üstü döndü, yorgun ayaklarını ilk maaşıyla aldığı, neredeyse boyaları dökülmüş, eski, demir karyolanın üstüne uzattı… Gözlerini kapattı, lakin yorgunluktan uyuyamıyordu… Tavana bakıp düşünmeye başladı. Zamanında hayata konservatuarın müzik bölümüne başlayıp, bir iki sene okuduktan sonra her şeyi bir kenara bırakıp polis olan kaç kişi vardı dünyada. Herhalde bir tek o.
Meslekte yirmi üç sene bitmişti. Memleketin o şehrinden bu şehrine her an diken üstünde serseri bir mayın gibi dolaşıp durmuştu. Bayramı yoktu, seyranı yoktu, Cumartesi, Pazarı yoktu. Yağmurda, çamurda, soğukta, itiyle, serserisiyle, katili, anarşisti, hırlısı hırsızı, ayyaşı, gecesi gündüzüyle geçen yirmi üç sene…
Dile kolay, koca yirmi üç sene… Uyumalıyım dedi kendi kendine… Hiç olmazsa birkaç saat… Sabah tekrar kalkacak, yine eksi bilmem kaç derece karlı havada, yine o lanet olası köprünün başında anarşist peşinde olacaktı.
Çok kızıyordu bu anarşistlere. Ne isterler ki bu canım memleketten diye düşündü… Memleket yangın yerine dönmüştü… Her gün gazeteler boy boy vurulan gencecik insanların resimleriyle doluydu. Birkaç çapulcu memlekette neyi değiştirecekti ki…
Bir seferinde yakaladıkları üniversiteli bir kız çocuğunu hatırladı birden. Uzun uzun sorgulamışlardı. Kıza sormuştu neden diye… Kız “Bütün bunlar senin çocuklarının geleceği için” demişti… Gelecek için ha…
Hangi gelecekten bahsediyordu… Aldığı polis maaşıyla hiçbir zaman ay sonunu getirememişti… Hemen her şehirde bir çocuk sahibi olmuştu. En büyüğü kız, beş oğlan, toplam altı çocuk. Kızın adı Yaşar. Ölen ilk iki çocuktan sonra Allah uzun ömür versin, yaşasın diye… İyi yaşasın uzun yaşasın diye… Oysa yaşamak mıydı bu…
Karısı, hayat arkadaşı, hemen yanı başında uyuyordu. Polisliğe ilk başlangıç yeri olan Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde görüp, bir anda evlenmişti onunla. Anası dâhil kimse sesini çıkaramamıştı bu evliliğe. Ne de olsa deli dolu bir adamdı Muzaffer. Sağı solu belli olmazdı… O hep yanında olmuştu… Nereye giderse o ardından gelmişti… Yavaş yavaş gözleri kapandı…
Sabahleyin karısının sesiyle uyandı… Saate baktı, iki saat uyumuştu… Yorgun bacakları bedenini taşıyamıyordu. Yavaşça doğruldu. Bir süre yatakta oturur vaziyette öylece kaldı. Beli ağrıyordu. Sırtına bir bıçak saplanıyor, her seferinde acıyla yüzünü buruşturuyordu.
Kalktı, banyoya yöneldi. Elini yüzünü yıkadı. Aynaya baktı, tıraşı gelmişti. Lakin kararlıydı. Bugün tıraş olmayacaktı…
Masanın başına oturdu. Büyük su bardağındaki katran karası çay, altı zeytin ve bir parça peynire uzun uzun ve isteksiz baktı… Yıllardır yaptığı sabah kahvaltısını bu sefer gerçekten canı istemiyordu. Midesi berbattı, sıcak bir çorba içmeliyim diye düşündü…
Kalkıp yavaş yavaş giyinmeye başladı… O sabah karısına dahi tek kelime etmedi… Her sabah yaptığı gibi yine cebinden çıkardığı az bir miktar parayı o gün mutfağa harcanması için radyonun üstüne koydu. Hiç konuşmadan kapıya yöneldi. Bir süre sonra işe gitmek üzere yine o bildik sokakları adımlamaya başladı…
O günün akşamı garip bir şey oldu… Eve gün batmadan döndü… Eşi ve çocukları çok şaşırdı. Karısı onu uzun süre kapıda bekledi karşılamak için. O, polis arabasında uzun ve neşeli bir şekilde ekip arkadaşlarıyla konuştu, sonra tek tek öpüştü ve arkadaşları gözden kaybolana kadar arkalarından el salladı.
O akşam karısı ve çocuklar çok şaşkındı, mesleğin verdiği alışkanlıkla, yıllardır asık suratıyla, her an ufak bir gürültü yaptıklarında dayak yemekten korkan, bir kez bile hiçbir çocuğunun saçlarını okşamamış babaları, kurduğu içki sofrasında sürekli pili biten radyonun çaldığı şarkıyı dinliyor, el çırpıyor, dahası zaman zaman radyodan söylenen şarkıya eşlik ediyordu.
“Ömrümüzün son demi, son baharıdır artık, maziye bir bakıver, neler neler bıraktık”
Kimse nedenini sormadı, soramadı… Uzun ince bardağındaki rakıyı bir dikişte bitirdi, yüzünü buruşturdu, hemen üstüne beyaz peyniri attı ağzına, aynı odada kendisini izleyen karısı ve çocuklarına bakıp büyük haberi verdi…
“Bugün dilekçemi verdim, emekli oldum, bitti artık, anladınız mı beni… Bitti…” Bitmişti…
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandı yine. Yılların verdiği alışkanlıkla yine tıraş olmak için banyoya yöneldi. Aynaya baktı ve birden artık bittiğini hatırladı. Elini yüzünü yıkadı, üzerini giyindi. Evden çıkarken yine karısı yol etti onu. Bu kez küçük bir bavul vardı elinde.
Otobüsle yola çıkalı birkaç saat olmuştu. Yanına oturan yaşlı adamın selamını sessiz kalıp başını öne eğerek cevap verdi. Canı konuşmak istemiyordu. Başını cama yasladı ve dışarıda önünden hızla geçen ve her geçen saniye geride bıraktığı evleri, ağaçları ve insanları izlemeye başladı.
Neden sonra omzuna dokunan bir el uyandırdı onu. Nihayet memleketindeydi… Hızlı adımlarla annesinin o tek katlı yıkıldı yıkılacak ahşap evine geldi. Kapıyı açıp içeri girdi. Saçları bembeyaz olmuş sırtı dönük annesi sağır Nahide’ye tıpkı küçüklüğünde yaptığı gibi arkasından yaklaşıp gözlerini kapattı. Korktu annesi, geriye dönüp baktığında yıllardır görmediği oğlunu hasretle kucakladı. Uzun uzun sarıldı, hiç ayrılmak istemedi…
Yaşlı annesi oğlunun dudaklarını izleyerek, el işaretleri yardımıyla artık memlekete geldiğini, hiç gitmeyeceğini anlayınca çok sevindi… Cebinden çıkardığı cüzdanın bir köşesinde sakladığı birkaç resmi annesine gösterdi… Bu kızım, bunlarda benim oğullarım dedi gururla…
Hiç dinlenmedi, dışarı çıktı. Sahilde buldu kendini, denizin ve yosunun kokusunu doyasıya çekti içine… Sonra gençliğinde sıkça gittiği o salaş meyhanede aldı soluğu… Denize karşı bir masaya oturdu, balık söyledi kendisine, bolca salata ve bir de içki…
Uzun zaman sonra etrafına baktığında kendisinden başka kimsenin olmadığını fark etti. Bir hayli geç olmuştu. Ağır ağır kalktı ve annesinin, sağır Nahide’nin evine doğru yöneldi. Aynıydı memleketi, kaldırımları, çamuru, yağmuru aynı… Yürürken küçük evlerin önüne kadar eğilip kendisini selamladığını hissetti. Bir sokak lambasının önünden geçerken fark etti, burası gençliğinde bakıştığı o mavi gözlü kızın eviydi. Sanki bir an pencerede görür gibi oldu. Sonra şarkı söylemeye başladı hafif hafif… Yağmura inat yavaş adımlar attı…
“Ordunun dereleri aksa yukarı aksa, vermem seni ellere Ordu üstüme kalksa”
Eve vardığında ışığın yandığını gördü. Kapıyı açtı içeri girdi… Zavallı yaşlı anacığı uykuya yenik düşmüştü… Yüzünü duvara dönmüş, ellerinde oğlu Muzaffer’in çocuklarının resimleri, öylece uyuyakalmıştı.
Elbiseleriyle uzandı yatağına… Üzerindekileri çıkarmaya ne gücü vardı, ne de mecali… İlk kez kendisini bu kadar özgür hissediyordu. İlk kez huzur doluydu. Sanki bulutların üzerinde uçuyor, altındaki yatak denizin üzerindeki ipi çözülmüş, akıntıda sürüklenen bir sandal gibi kıpır kıpır sallanıyordu.
Bugüne kadar yaşadığı her şey bir rüyaydı sanki. Hiçbir şeyi yaşamadığını düşündü aslında. Birazdan gözlerini açtığında güneşli bir güne uyanacak, annesinin o küçük, daracık balkonda hazırladığı kahvaltıya oturacak ve tavaya kırdığı bir çift sarı yumurtaya ekmek banacaktı sanki. Biraz daha uyumak istiyordu.
Birden göğsünde dayanılmaz bir acı hissetti. Sırtından soğuk ter boşaldı. Elini göğsüne götürdü, kalbi avucunun içindeydi…
Sağır Nahide sabah erkenden kalkıp çayı sobanın üzerine koydu…
Oğlu Muzafferin açılmış üstünü örttü…
Sofrayı hazırlamaya başladı. Oğlunun o en çok sevdiği bol soğanlı turşu kavurmasını ısıtmak için ateşin üzerine koydu. Çayı demledikten sonra bir çift yumurtayı, bol ateşte kızdırdığı tereyağının üzerine kırdı. Yumurtalar kızgın yağ ile buluştuğu anda çığlık atar gibi cızırdamaya başladılar. Birkaç dakika sonra her şey hazır olacaktı. Sağır Nahide oğlunu uyandırmak için yanına gitti… Eğildi, oğlunun uzun uzun kokladı, çocukluğunda yaptığı gibi yanağını öpüp uyandıracaktı onu. Yüzünü öptü.
Soğuktu.
Eliyle dokundu, birkaç kez ismini seslenerek sarstı.
Uyanmadı…
Uyandıramadı…
Polis Muzaffer 49 yaşındaydı…